4 Ağustos 2011 Perşembe

La Olm, Bi' Su Verin. Kuruduk!


 

    Havalar artık o kadar sıcak olmaya başladı ki Cin'im, günde en az iki kere duş almadan olmuyor. Yazın yoruluyorsam eğer, duş almaktan dolayı yoruluyorum; ama yine de sallanmayan ve ses çıkarmayan bir vantilatörün ya da klimanın verdiği serinlikten daha güzel bir serinlik veriyor insana. Bunu söylerken tabii ki, 'duş aldıktan hemen sonra terleme zamanı' 'nı göz önünde bulundurmuyorum, Cin.
  
    Havalar insanı bitkin düşürecek kadar sıcakken, biz ve bizim gibi şanslı kimseler serinleyecek bir gölge, içecek buz gibi bir su bulma imkanına sahipler; ancak herkes için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Özellikle de Cin'im, sokaklardaki arkadaşların için hayat çok zor. Sen çok güzel, çok rahat bir hayat yaşıyorsun.Yediğin önünde, yemediğin arkanda. Günün herhangi bir saatinde, evin köşesine koyduğum su kabından içerken dilinin çıkardığı o küçük, tatlı sesi dinlemenin bana verdiği keyfi sana nasıl anlatabilirim, bilmiyorum. Ancak sokaktaki  ekürilerinin su içerken çıkardıkları sesten keyif alabilecek bir sahipleri olmaları bir yana, içecek suları dahi yok. Bu çok üzücü bir durum, değil mi Cin? Sen evinde istediğin kadar yemek yiyebiliyorken, istediğin kadar su içebiliyorken, onların böyle bir hakları olmamaları çok üzücü. Daha da vahim olanı, bu arkadaşlarının dertlerini biz insanlara anlatamayacak durumda olmaları. Ne yazık ki, onların dertlerini anlatamıyor olması, biz insanların gözünde, arkadaşlarını duygu sahibi olmayan bir tür varlıklar olarak gösteriyor. Bu sebepten dolayı mı olsa gerek, yoksa daha başka sebeplerden mi, bilemiyorum, birtakım insanlar onlara çok kötü davranıyor. Bu sıcak günlerde bu insanlardan  sokaklara bir kap su koymayı beklemek çok saçma olur. İnsanların, hayvanlara olan davranışlarından uzun uzun bahsetmek istemiyorum. Şu anda söylemek istediğim tek bir şey var Cin, o da, herkesin evinin önüne, kenarına, köşesine ya da arkasına bir kap su koyması. 


    Her gün karşılaştığımız; ama görmezden geldiğimiz bu varlıklar da sizin bizim gibi canlılar ve hissediyorlar, acı çekiyorlar, seviniyorlar. Siz, dışarı çıkıp sıcak başınıza geçtiğinde ve susuz kaldığınızda nasıl kötü oluyorsanız, onlar da kötü oluyorlar. Özellikle de bu ayda çoğumuzun hissettiği açlık duygusunu onlar yalnızca bir ay boyunca değil, on iki boyunca hissediyorlar. Sizin hissettiklerinizle onların hissettikleri arasında bir fark yok. Yukarda da söylemek istediğim gibi, dertlerini anlatamıyorlar, diye, cansız ya da hissiz varlıklar değiller. Canlılar ve hissediyorlar, onları görmezden gelmeyin.


    Eğer bir şekilde burda yazılanları okuyan olmuşsa, umarım onların dışarıya bir kap su koymalarını sağlamışımdır, Cin. Ya da eğer bu yazıyı okurken, ''O kadar insan aç, susuzken, hayvanları mı düşünüyorsun?'' diye düşünen olmuşsa onlara da, ''İnsanların umrumda olmadığını kim söyledi?'' demek isterim. 


    Dünya yalnızca insanlara ait değil. İnsanlar ya da hayvanlar arasında bir fark yok. Canlılar arasında ayrım yapmak, tehlikeli düşüncelerin temelini oluşturur (Buna Türcülük mü deniyordu?). Çevremizde olup da, gücümüzün yettiği her şeye yardım etmeliyiz. Bu bir hayvan dahi olsa, demek istemiyorum; ama bu tarz bir söylemden etkilenecek çok insan var sanırım.


    Bu, sence de üzücü değil mi, Cin?

31 Temmuz 2011 Pazar

Bir Ünlünün Ardından Konuşulanlar

     Selam, sevgili yaramaz Cin. Aradan biraz zaman geçmiş olmasına rağmen Amy Winehouse'un ölümü için üzüldüğümü söylemeden geçmek istemedim. Kendisine aşırı derecede bir hayranlık duymuyordum; ama dinlemeyi çok sevdiğim bir iki şarkısı vardı. Sen de çok iyi biliyorsun ki,  evde son ses açarak dinlediğim en sevdiğim şarkısı Back To Black. Ölmesine üzüldüm, her ölüm gibi bu da erken bir ölümdü, hem de fazla erken bir ölüm. Genç ölümler hem daha acı verici oluyor. Üstelik eğer yaşasaydı çok daha mükemmel eserlerle karşmıza çıkacaktı. Böylesine yetenekli, genç bir sanatçının ölmesi üzücü, her ne kadar geride ölümsüz eserler bırakmış olsa da.

    Ancak benim en çok üzüldüğüm bu değil, Cin'im. Ben daha çok, öldükten sonra arkasından yazılıp çizilenlere üzüldüm. Ölmeden önce, Amy'i konserlerindeki bazı olaylardan dolayı, yerden yere vuran medya, o öldükten sonra birden bire efsaneleştirdi onu.  ''Şehitler için bu kadar üzülmediniz.'' 'cileri, ''Onu zaten sevmiyordum, ölmesine de üzülmedim.'' 'cileri, ''Su testisi su yolunda kırılır.'' 'cıları saymıyorum bile. Bu tarz düşünce biçimini bir türlü anlayamadım, anlamak da üstemiyorum. Ölümleri birbiriyle kıyaslamak sağlıklı bir düşünce gibi gelmiyor bana. Her ünlünün ölümünde, sanki örgütlenip de böyle yorumlar yapmayı sabırsızlıkla bekleyen insanlar var. O nasıl bir mantık ki, şehit ölümüyle dünyaca ünlü bir sanatçının ölümünü kıyaslayabiliyor. Bir de bunun için çok çok üzülenler ve bu yüzden Türkiye'nin durumunu çok vahim görenler var. Onlara selamlarımı iletip, kendilerini şuraya yönlendirmek isterim : http://www.dipnot.tv/9054/Turkiye-escinsel-komsu-istemeyen-sag-ideolojiye-meyilli-mutlu-insanlar-ulkesi.aspx 
Türkiye'nin tek sorunu bu da değil elbette; ama dünyaca ünlü bir sanatçı ölünce, ''Niye kimse şehitler için bu kadar üzülmüyor?'' diye Türkiye'nin durumunu çok vahim gören insanın acısından çok daha acı duyulacak bir durum. Vallahi anlamıyorum bu insanları, Cin?


    Eğer içiyorsa ve kullanıyorsa sebebi var. Uyuşturucu kullanmanın doğru bir şey olduğunu söylemiyorum; ama insanları bazı davranışlarda bulunmaya iten bazı sebebler vardır. İnsanların neler yaşadıklarını bilemeyiz, bazı olaylara dayanma güçlerini de. Davulun sesi, demek istiyorum kısaca. İşi garibi, genç ve fazlasıyla yetenkli bir sanatçı öldüğünde arkasından, onun ölümünün ve bunun üzüntülü bir şey olmasının dışında konuşacak daha başka şeyler bulmamız. Şu anda böyle bir yazı yazıyor olmak bile üzücü. Ölmüş kadın, daha neyi tartışıyorsunuz, bre dostlar?

    Şimdi en sevdiğim şarkısını paylaşmak istiyorum, sevgili Cin'im. 

    Back To Black,

14 Temmuz 2011 Perşembe

Bir Serinin Sonu: Deathly Hallows 7.2




    Serinin adını ilk duyduğumda henüz ortaokuldaydım ve o zamanlar bu kitabın adını çok sık duyar olmuştum, Cin. O zamanlar kitap okumaktan pek hoşlanmadığımdan olsa gerek, kitabı hiç alıp da okumak içimden gelmemişti. Ancak yıllar yıllar önce bir gün babam, elinde serinin ilk kitabı olan 'Felsefe Taşı' ile gelmişti eve. Babamın hediyesi olduğu  ve herkesin okuyup çok beğendiğini duyduğum için merak ederek okumuştum. Devamında ne diyeceğimi tahmin ediyor olmalısın Cin'im. Okumaya başladıktan sonra da başımı kaldıramadım. Bunda hem muhteşem bir hayal dünyasının, hem  ana kahramanının  bir çocuk olmasının, hem de akıcı anlatımının etkisi olabilir. Zira o zamanlar henüz küçük bir çocuktum; ancak artık üniveristeye giden biri olarak bu seriyi hala sevmemin bir nedeni olmalı (ve benim gibi birçok insanın).

    O nedenlere girmek istemiyorum. Aslında bugün, bu muhteşem kitap serisinin film uyarlamasının sonuncusundan bahsetmek istiyorum. Genelde Harry Potter filmlerini pek beğenmem, hatta çoğu kez hiç beğenmem. Kitapları filme uyarlamak her zaman biraz sorunlu olmuştur ve kitabın okuyucularını hiçbir zaman tam olarak memnun edememiştir. Bu, uyarlama filmleri izlerken her zaman göz önünde bulundurduğum bir durumdu; ama bu filmler için bu kadar iyimser yaklaşamıyorum. Sonuçta bin küsur sayfalık bir kitabı iki saate sıkıştırırsan her bir ayrıntıyı veremezsin filmde, bunu anlayabilirim; ama filmdeki en önemli bölümlerin çıkarılıp yerine çok gereksiz ve saçma sahnelerin konulmasını anlayamam. Bu yüzden hiç sevemeyeceğim filmleri; fakat belki Deathly Hallows Part 1'i bundan ayrı tutabilirim. Çok iyi olmasa da diğerlerine nazaran daha iyi bir filmdi.

    Ve şimdi gel gelelim filmin yorumuna, sevgili Cin. Açıkçası, az önce de belirttiğim gibi, Part 1'in tadı damağımda kalmış gibi hissettim. Filmi beğenmedim demiyorum; ama olmuş da diyemiyorum ne yazık ki. İzlerken rahatsız olduğum birçok yer vardı. Çok da gereksizdi çoğu. Tipik Amerikan filmi tarzında bir film yapmalarına gerek yoktu, neden bu tarz bir şey yapma gereği duyarlar, anlamıyorum. Minerva'nın ''Bunu hep yapmak isterdim.'' deyişi, Neville'in savaşın ortasında ''Luna'yı seviyorum.'' gibisinden bir şeyler söylemesi, o kadar kargaşadan sonra öpüşmek. Fazla klişe, fazla bilindik ve saçma. Evet, çok saçma; çünkü Harry Potter bir kitap serisi ve olanlar, yazılanlar, çizilenler belli. Durup da filme bu kadar saçmalık derecesinde gereksiz sahneler koymak (adı üstünde gereksiz) hangi aklın ürünü merak ediyorum (o aklı biliyorum gerçi). Her seferinde olduğu gibi yine aynı şeyleri yaşadık, hayal kırıklığı ve ben filmden sonra da yine aynı filmi yaşamış gibi oldum. ''Bu filmi ben çeksem daha iyi çekerdim be.'' demekten alamıyorum kendimi.

    Öncelikle filmin süresi önceden bana da kısa gelmişti; ama sonradan fark ettim ki, gayet yeterli bir süre. Uzun da denebilir. O konuda bir sıkıntım olmadı. Filmde en çok merakla beklediğim sahne tabii ki, Prens'in Hikayesi'ydi. Severus Snape'in anıları için sadece eskikti diyebilirim. Daha iyi olabilirdi. Mesela yanımdaki kişi (kitapları okumamış biri), o kısımdan bir şey anlamadığını söyledi, ben sonra açıklamak zorunda kaldım. Fakat Snape'in Lily'e sarılıp ağlaması beni mahvetti. Her ne kadar eksik olsa da, hikayeyi bilen biri olarak o sahneler tek kelimeyle harikaydı. Bayıldım desem yeridir, Cin. Ha tabii bir de Snape'imin öldüğü sahne var ki, dilim anlatmaya varmıyor. Arkadaş (burada Nagini'ye sesleniyorum), bir kere de işi bitirsen olma mıydı? Kitapta bir kere de olmuştu her şey? Ne diye sürekli saldırdın adama? O sahnede çok kötü hissettim kendimi, hatta ürktüm, içim bir hoş oldu. Snape Sever olduğumdan olsa gerek dayanamadım.


Severus Snape, Lily Evans'ın öldüğü gece Godric's Hollow'daki evlerinin önünde


    Doğru düzgün bir savaş göremedik, ona yanıyorum. Kitapta her şey kısa gelmişti bize; ama şöyle bir düşününce daha iyiymiş yani. Düello falan neredeyse hiç yoktu filmde, sanki savaşanlar sadece üçlü ve onların yakından tanıdıklarıymış gibiydi.

    Hep sinirlenmedik tabii ki Cin, güldük de aynı zamanda. Mesela benim en çok güldüğüm sahne, hani Voldemort'un ölmüş numarası yapan zibidi bebe Harry'yle birlikte Hogwarts'ın önüne geldiğinde ve Neville karşısına çıktığında yaptığı harekete inanılmaz güldüm. Kollarını açarak ve otuz iki diş tekmili birden gülerek yaptığı hareketi görür görmez benden bir kahlaha koptu. Zor kendime geldim. Millet sessiz sessiz filmi seyrediyor. Önde birkaç çocuk bazen bağırıyor. Bazen yanımdaki ergenlerden garip sesler geliyor; ama bu sefer herkes sessiz. Odaklanmışlar filme, bir tek ben kahkaha atıyorum. Talihsiz kaderim. Ancak sustum, zaten kendimi susturmaya çalışırken  daha da garip sesler çıktı. Bak, aklıma geldikçe hala gülüyorum. O nasıl bir surattı be abi? Sen Voldemort musun? Yoksa komedyen mi? Karanlık Lord taklidi yapan bir komedyensin sanırım, yoksa imkansız hani. Sesini de beğenmedim, sürekli bağıran ve kötü çıkan  bir sesi vardı. Orijinali için nasıldı, bilemiyorum tabii; ama Karanlık Lord dediğinin sesi düzgün çıkar, ki kitapta hep düzgün konuştuğundan sürekli bahsediliyor. Karanlık Lord dediğin düzgün konuşmalı, tok sesli olmalı, dediği dedik olmalı, kodu mu oturtmalı? Eh gerçi tok sesli olmayabilir (tiz sesli); ama yine de iğrençti arkadaşım ya, ben sinir oldum. Daha çok espiri yeteneğine hayran kaldım. Her gün Cnbc-e gece yarısı verse izlerim valla. Koysunlar da izlemeyen Muggle  olsun.

    Bir de, saçma bulduğum bir kısım var ki, Yates senin Allah belanı versin demekten kendimi alamıyorum. Tabii Melez Prens'te  Voldemort'un anılarını göstermezsen olacağı buydu. Voldemort'un gençliğinde Ravenclaw'in diademini görüşünden bahsetmezsen son filmde bunu nasıl toparlayacaktın? İmkansızdı nerdeyse; ama sen kurnazlık yaptın. Arada seyirciye pat diye yedirdin onu. Okulda olan hortkuluğun daha ne olduğunu bilmeden; ama ellerinde sadece  Ravenclaw'a ait olduğuna dair bir bilgi varken, araya Luna'yı sokuşturup, ''Aa o diadem olmasın?'' dedirterek yedirdin bize her şeyi? Ama ben olsam hortkuluk olduğundan emin olmadığım bir nesne için o kadar peşinden koşmazdım. Ne olabileceği üzerinde biraz kafa yorardım. Tamam okulda; ama ne? Gerçi Harry bu, biraz mal. Onun da mallığına verelim; ama Yates sen mal değilsin, beni buna inandırtamazsın. Elim iki yakanda. Çok sinirliyim çok, Cin'im.



    Çok da sinir bir sahne var. Voldemort'un Harry'i tekmelediği ve hatta tokat attığı sahne. Tiksindim resmen. Bir an Voldemort'un kabadayı hareketlerle, ''Sadece ben yaşarım uleeeyn!'' diye bağırarak  Harry'e okkalı bir tokat atacak diye bekledim (bol bol bağırdığını gördüğümüzden olsa gerek). Ki o tokat da hemen ardından geldi zaten. Harry'i tekmelemesi başlı başına saçmayken o tokat da neydi öyle? Yanlış mı hatırlıyorum acaba? O an hissettiğim şey midemin bulanmasıydı. Lord diyoruz adama.



     Bu arada keşke Dumbledore'un geçmişiyle ilgili daha fazla şey görseydik. Ben kitabı okumayan biri olsaydım bir b*k anlamazdım o kısımdan.


    Onun dışında ne diyeyim, bilemedim. Geri kalan yerleri beğenmiş olmalıyım sanırım. Kısaca, çok iyi olmasa da idare ederdi işte. Gideri var yani.


    Bu arada keşke filmin adı Yılanı Öldürseler olsaymış.


    Ve son olarak, film hakkındaki tek cümlelik yorumum (+18);

    S*kmişsin filmi, ayıp değil mi, hayvan evladı.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Wonderful Life

Merhaba, yaramaz Cin. Nasılsınız acaba? Bugün sana, geçmişte bir gün kendi kendime, “İlerde bir gün bir bloğum olursa kesinlikle onlar hakkında yazacağım.”  dediğim  bir şey hakkında bahsetmek istiyorum. O zamanlar yeni keşfetmiştim henüz kendilerini. Yeni olmalarından dolayı haklarında pek fazla bilgi bulamıyordum. Üstelik görür görmez haklarında oldukça olumlu düşündüğüm bu şahısları erkenden keşfettiğimden dolayı da gizli bir hazine bulmuşçasına sevinmiştim.


İşte, onları keşfettiğim günden beri çok uzun zaman geçti sevgili Cin’im. Açıkçası onları ilk tanıdığımda kimse tarafından bilinmemeleri beni biraz şaşırtmıştı; çünkü oldukça başarılıydılar. Ama sonra aradan uzun bir zaman geçip de onlar hakkında yeniden küçük çaplı bir araştırma yaptığımda fark ettim ki, beklediğimden de çabuk ünlenmişler. Bu, sanki ben ünlenmişim gibi beni sevindirdi. Fakat beni üzen bir şey var. O zamanlar kimseye,  “Ya böyle birileri var, harikalar, biliyor musun?” demediğim için sonradan, “İlk ben keşfetmiştim bunları, biliyordum yea.” diyerek kimselerin başının etini yiyemedim. Bir buna yanarım, bir de grip olduğum için gittiğim doktorun bana “Senin burnun eğri.” demesine yanarım. Bak yine sinirlendim şimdi; ama bunu sonraki bir zamana saklayalım, sevgili Cin.


Hep onlar, onlar, onlar dedin, peki kim bu onlar diyeceksin şimdi? Tabii ki Hurts’tan bahsediyorum. Kendilerini keşfedişim Better Than Love klibini görmemle oldu. Çok etkilenmiştim. Gerçi etkilenmemin sebebi daha çok grubun solisti Theo Hutchcraft’tı, ki bu Theo Hutchcraft mevzusunu sonradan ayrı olarak ele almayı düşünüyorum.





 İlk ve şimdilik tek albümleri olan Happines albümündeki bütün parçaların hepsi birbirinden harika. Hangisinden bahsetsem bilemiyorum. Sanırım en sevdiğim şarkıları olan Wonderful Life’tan bahsetsem daha iyi olur. Dinler dinlemez vurulduğum bu şarkıyı ilk dinlediğim zaman klibinden pek hoşlanmamıştım; ama yine de beni etkilemeyi başarmıştı. İlk klip onları da memnun etmememiş olsa gerek yeni bir klip çekildi aynı şarkıya. Bu şarkı için gözlerinizi kapatıp da dinleyin derdim; ama diyemiyorum, bence gözleriniz açık bir şekilde dinleyin ya da seyredin.


Ve işte o klip ve sözleri:






On a bridge across the Severn on a Saturday night,
Bir Cumartesi gecesi Severn'in karşısındaki köprüde
Susie meets the man of her dreams.
Susie hayallerinin adamıyla görüşüyor.
He says that he got in trouble and if she doesn't mind
Adam belada olduğunu ve eğer o ilgilenmezse
He doesn't want the company
Bir arkadaşlık istemiyor
But there's something in the air
Fakat havada bir şeyler var
They share a look in silence and everything is understood
Onlar bir bakışta sessizliği ve her şeyi anladılar
Susie grabs her man and puts a grip on his hand as the rain puts a tear in his eye.
Susie adamı yakalıyor ve sıkıca tutuyor ellerini gözlerinden yağmur gibi gözyaşı dökülürken

SHE SAYS:
(Kız söylüyor:)

Don't let go
Bırakma
Never give up, it's such a wonderful life
Asla vazgeçme, bu öylesine mükemmel bir hayat
Don't let go
Bırakma
Never give up, it's such a wonderful life
Asla vazgeçme,bu öylesine mükemmel bir hayat

Driving through the city to the temple station,
Tapınak istasyonuna doğru şehrin içinden sürerken
Cries into the leather seat
Deri koltuklarda ağlıyor
And Susie knows the baby was a family man,
Ve Susie çocuğun aileden birinin olduğunu biliyor,
But the world has got him down on his knees
Ama dünya onun diz çöktüğünü biliyor

So she throws him at the wall and kisses burn like fire,
Böylece onu duvara atıyor ve ateş gibi öpüyor
And suddenly he starts to believe
Ve aniden inanmaya başlıyor
He takes her in his arms and he doesn't know why,
Adam onun kolunu tutuyor ve nedenini bilmiyor
But he thinks that he begins to see
Ama adam görmeye yeni başladğını düşünüyor

SHE SAYS:
(Kız söylüyor:)

Don't let go
Bırakma
Never give up, it's such a wonderful life
Asla vazgeçme, bu öylesine mükemmel bir hayat
Don't let go
Bırakma
Never give up, it's such a wonderful life
Asla vazgeçme, bu öylesine mükemmel bir hayat
Don't let go
Bırakma
Never give up, it's such a wonderful life
Asla vazgeçme, bu öylesine mükemmel bir hayat
Don't let go
Bırakma
Never give up, it's such a wonderful life
Asla vazgeçme, bu öylesine mükemmel bir hayat

SHE SAYS:
(Kız söylüyor:)

Don't let go
Bırakma
Never give up
Asla vazgeçme
Don't let go
Bırakma
Never give up, it's such a wonderful life
Asla vazgeçme, bu öylesine mükemmel bir hayat

wonderful life, wonderful life, wonderful, wonderful, wonderful life
Mükemmel hayat, mükemmel hayat, mükemmel, mükemmel, mükemmel hayat
wonderful life, wonderful life, wonderful, wonderful, wonderful life
Mükemmel hayat, mükemmel hayat, mükemmel, mükemmel, mükemmel hayat

Don't let go
Bırakma
Don't let go
Bırakma

Çeviri için google'a teşekkür ederim.

18 Haziran 2011 Cumartesi

Kahve Bağımlısı Olmak

Hayatta en şaşırdığım ve hayal kırıklığına uğradığım anlardan birisi de kahveyi kendimden geçerek içtikten sonra boş kahve bardağına uzanıp ''Ne zaman içtim ki lan ben bunu?'' diye soru sorarken bulmak kendimi.


Cin: Ulan ben de kuru mamamı bitirdikten sonra aynısını hissediyorum. Hani bana anlayış? O şok ve üzüntüyle o kadar kuru mama istiyorum, yalvarıyorum, türlü türlü cilveler yapıyorum, anlayan yok ki. ''Az önce verdim, ne kadar obursun.'' diyorsun. Peki ben sana hiç diyor muyum, kendine yeniden kahve için ocağa su koyarken, ''Az önce içtin, kısır olacaksın, bu gidişle çocuğun olmaz ilerde, ne kadar da tiryaki olmuşun.'' diye. Haksızlık değil mi bu?

Hayat Da Ne Ola Ki?

    Hayatı hiçbir zaman kesin bir şekilde tanımlamaya kalkışmadım. Eğer hayatı illa tanımlamak istersem de bu, “ Hayat herkesin yaşadığıdır.” şeklinde çok genel ve aynı zamanda göreceli bir tanımlama olurdu. Bir İskandinav ile bir Hintlinin hayatı ve hayata bakış açısı aynı olmayacağı gibi, aynı ülkede, aynı şehirde yaşayanların ve hatta aile bireylerinin bile birbirinden farklı hayatları ve hayat görüşleri olacaktır. Tüm bu farklılıklar herkesin hayatı değişik şekillerde tanımlamasına neden olur. Burda bana ilginç gelen hayatın herkes açısından farklı olması değil, tüm bu hayatların birleştiği ortak bir nokta olması.


    Hayatlar birbirinden farklı olsa dahi hepsinin içinde sevinç ve üzüntü iç içe geçmiş durumda. İşte tam da bu noktada, yani hayatların bu ortak noktasında, insanların hayat hakkındaki tanımlamaları çeşitlilik gösteriyor. Kimileri acıları daha ön plana çıkararak hayatı olumsuz bir şekilde tanımlıyor, kimileri sadece sevinçleri ön plana alarak hayatı yalnızca güzellikleriyle tanımlıyor, kimileri de bu iki durumdan bir diğerini görmezden gelemeyerek hayatı hem sevinç, hem üzüntü olarak tanımlıyor (Burada şunu da belirtmek isterim ki, hayatı yalnızca sevinç ve üzüntülerden ibaret görmek çok sığ bir bakış açısı gibi geliyor bana; ama burada yaşadığımız her şeyi, her olayı, her durumu ya da hissettiğimiz her duyguyu eğer sadece iki kelimeyle tanımlasaydık, bu hangisi olurdu gibi bir soru sorduğumuzu farz edelim). Bu üçüncüsü bana hep daha yakın geliyor. Hayata karamsar bir şekilde bakan ya da hayatı sadece eğlence olarak görenler, hayatı eksik yaşıyor ve eksik tanımlıyorlar. Hayat sevinçleriyle ve üzüntüleriyle birlikte yaşanıyor. Şu zamana kadar hep bunu savunsam da, bu duyguyu tam olarak hissettiğimde, aslında bu iki zıt hissi yaşamanın ne kadar zor olduğunu fark ettim. Güzel olarak tanımladığımız şeyler yaşadığımızda ve mutlu olduğumuzda, üzücü olarak tanımladığımız şeyleri bilmek istemiyoruz ve bize uzak şeyler olduğunu düşünüyoruz. Ama üzüntü verici ve bize mutsuzluk veren  şeyler bazen beklenmedik anda karşımıza çıkıveriyor ve o anda hayat tamamen karanlıklara bürünmüş oluyor. Ancak tam da o anda hayat, birileri için güzellik ve mutluluk demek. Aynı, o kötü ve mutsuzluk verici şey başına gelmeden önce senin de düşündüğün gibi. O şey başına geldiğinde birkaç gün hayatı ve her şeyi sadece karanlık taraflarıyla görüyorsun; ama birkaç gün geçtikten sonra hayatın hem sevinçten, güzellikten, mutluluktan; hem de üzüntüden, kötülükten ve mutsuzluktan oluştuğunu anlıyorsun.


    Tüm bu basit ve herkes tarafından bilenen şeyleri neden böyle yeni bir şey  keşfetmişçesine yazdığımı bilmiyorum. Aslında belki de gerçekten keşfettim. Önceden sadece hayatın sevinçten ve üzüntüden oluştuğunu düşünürdüm; ama artık hayatın sevinçten ve üzüntüden oluştuğunu yaşadım ve çok iyi biliyorum. İki zıt duyguyu aynı anda yaşamak çok garip bir duygu. Sanırım hayatta bazı zorluklarla baş edebilmek için hayatın bu sevinçten oluşan tarafını hep görmek gerekiyor.



    Hep izlemek istediğim; ama izlemek iki gün önce nasip olan Breakfast on Pluto (Plüton’da Kahvaltı) filminde bir yerlerde geçen o söz gibi “Hayatla baş edebilmenin tek yolu bu. Gülmek. ” 


    Cin:  Bu kadar yazmışsın, gerçekten de zor günler geçiriyor olmalısın; ama ben sana hayatı güzelleştiren  şu üç şeyi söyleyebilirim: Mama, kağıt top ve sinek.



    Not: Uykusuz’da bu haftaki köşesinde Ersin Karabulut’un dokuz sene boyunca tebrik ya da eleştiriden çok Metin’den, Ümit’ten, Ali’den, Veli’den “Abi manitamla aramı yapsana.”  maili gelmesinden, çizer olacağım diye pezevenk başı olmuşum galiba diye yakınmasından sonra “Sanki biz terk edilmedik.”   diyerek kendi terk edilişlerini anlatmaya başlar. Sevdiği kızdan ‘yemek yerken dişlerinin birbirine çarpması’ gibi saçma bir nedenle terk edildikten sonra  “Terk ediliyosun, biraz ağlıyosun, sonra gidip normal tost yiyosun, çay içiyosun falan işte..” diyerek sonuca bağlaması; sonra hemen arından da,  “Ama o tostu dişlerini birbirine çarptırmamaya çalışarak yiyosun artık tabii.. ” demesi çok manidar olmuş bu yönüyle. Okurken bu düşündüklerim aklıma geldi ve ağladım. Şu anda bu satırları yazarken de ağlıyorum. 


    Not1: Terk edilmedim.

1 Haziran 2011 Çarşamba

Güzel Ve Kötü Bir Başlangıç

Uzun zamandır kendime bir blog açmayı düşünüyordum; ama nedense blog açmaya çok üşeniyordum. Dersler, kısıtlı zaman ve evet, biraz da tembellik. İnkar edemem, bazı konularda çok tembel olabiliyorum. Tembelliğin de ayrı bir güzelliği, hoş bir çekiciliği var.

Evet, bu içime rahatlık veren hoş itirafı da yaptıktan sonra, kendimi ve Cin'i bu bloglar alemine akmış görmekten büyük mutluluk duyuyorum. Her şey dün gibi geliyor gözlerimin önüne. Hayatımın ilk msn'ini alışımı hatırlıyorum. Nasıl da heyecanlanmıştım. Ergendim ve kendimi çok farklı hissetmeye başlamıştım. Sonra (o zamanlar çok moda olan chat sitelerine birkaç kez girdiğim dönemleri atlıyorum, chat sitesi de ne ola ki?) merak edip kendime facebook hesabı açmamı  hatırlıyorum. Sırf hayranı olduğum biriyle iletişim kurabilmek için, kıt ingilizcemle de olsa, belki sohbeti ilerletiriz, falan fistan oluruz gibi saçma salak hayallerle, hep çok gereksiz bulduğum twitter hesabı açışımı da hatırlıyorum. İşte şimdi de ilk blogumu açmış bulunmaktayım. Yeni umutlar, yeni heyecanlar. Tamam, o kadar abartmayayım; ama gerçekten de bir bloga sahip olmak güzel bir duyguymuş. Artık benim de bir blogum var. Cin ve ben  bu sebeple çok seviniyoruz; çünkü  yaşadıklarımızı, düşüncelerimizi, hayat görüşlerimizi, dünyamızı anlatabileceğimiz bir fırsat var karşımızda. Düşüncenin, bir fikir sahibi olmanın ve bunu başkalarıyla paylaşmanın öneminin ve gücünün farkındayız.

Tüm bunları söyledikten sonra, en büyük dileğimden de sizlere bahsetmek istiyorum: Umarım sansür yemeyiz. Bin bir umutlarla açtığım bu blog, umarım yasak kelimeler yüzünden sansüre uğramaz.

Yazarken fark ettim de, 'yasak' demişim, bu da yasakmış. Dilim dolaştı, afedersiniz. Kötü bir başlangıç yaptık, söz valla bir daha olmayacak. Değil mi Cin?

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Dünyanın En Güzel Kedisi Cin'e,

Sabahları bizi 'Günaydın'larla karşılayan, sevgi yumağı, yaramaz ve zeki kızım için.