18 Haziran 2011 Cumartesi

Kahve Bağımlısı Olmak

Hayatta en şaşırdığım ve hayal kırıklığına uğradığım anlardan birisi de kahveyi kendimden geçerek içtikten sonra boş kahve bardağına uzanıp ''Ne zaman içtim ki lan ben bunu?'' diye soru sorarken bulmak kendimi.


Cin: Ulan ben de kuru mamamı bitirdikten sonra aynısını hissediyorum. Hani bana anlayış? O şok ve üzüntüyle o kadar kuru mama istiyorum, yalvarıyorum, türlü türlü cilveler yapıyorum, anlayan yok ki. ''Az önce verdim, ne kadar obursun.'' diyorsun. Peki ben sana hiç diyor muyum, kendine yeniden kahve için ocağa su koyarken, ''Az önce içtin, kısır olacaksın, bu gidişle çocuğun olmaz ilerde, ne kadar da tiryaki olmuşun.'' diye. Haksızlık değil mi bu?

Hayat Da Ne Ola Ki?

    Hayatı hiçbir zaman kesin bir şekilde tanımlamaya kalkışmadım. Eğer hayatı illa tanımlamak istersem de bu, “ Hayat herkesin yaşadığıdır.” şeklinde çok genel ve aynı zamanda göreceli bir tanımlama olurdu. Bir İskandinav ile bir Hintlinin hayatı ve hayata bakış açısı aynı olmayacağı gibi, aynı ülkede, aynı şehirde yaşayanların ve hatta aile bireylerinin bile birbirinden farklı hayatları ve hayat görüşleri olacaktır. Tüm bu farklılıklar herkesin hayatı değişik şekillerde tanımlamasına neden olur. Burda bana ilginç gelen hayatın herkes açısından farklı olması değil, tüm bu hayatların birleştiği ortak bir nokta olması.


    Hayatlar birbirinden farklı olsa dahi hepsinin içinde sevinç ve üzüntü iç içe geçmiş durumda. İşte tam da bu noktada, yani hayatların bu ortak noktasında, insanların hayat hakkındaki tanımlamaları çeşitlilik gösteriyor. Kimileri acıları daha ön plana çıkararak hayatı olumsuz bir şekilde tanımlıyor, kimileri sadece sevinçleri ön plana alarak hayatı yalnızca güzellikleriyle tanımlıyor, kimileri de bu iki durumdan bir diğerini görmezden gelemeyerek hayatı hem sevinç, hem üzüntü olarak tanımlıyor (Burada şunu da belirtmek isterim ki, hayatı yalnızca sevinç ve üzüntülerden ibaret görmek çok sığ bir bakış açısı gibi geliyor bana; ama burada yaşadığımız her şeyi, her olayı, her durumu ya da hissettiğimiz her duyguyu eğer sadece iki kelimeyle tanımlasaydık, bu hangisi olurdu gibi bir soru sorduğumuzu farz edelim). Bu üçüncüsü bana hep daha yakın geliyor. Hayata karamsar bir şekilde bakan ya da hayatı sadece eğlence olarak görenler, hayatı eksik yaşıyor ve eksik tanımlıyorlar. Hayat sevinçleriyle ve üzüntüleriyle birlikte yaşanıyor. Şu zamana kadar hep bunu savunsam da, bu duyguyu tam olarak hissettiğimde, aslında bu iki zıt hissi yaşamanın ne kadar zor olduğunu fark ettim. Güzel olarak tanımladığımız şeyler yaşadığımızda ve mutlu olduğumuzda, üzücü olarak tanımladığımız şeyleri bilmek istemiyoruz ve bize uzak şeyler olduğunu düşünüyoruz. Ama üzüntü verici ve bize mutsuzluk veren  şeyler bazen beklenmedik anda karşımıza çıkıveriyor ve o anda hayat tamamen karanlıklara bürünmüş oluyor. Ancak tam da o anda hayat, birileri için güzellik ve mutluluk demek. Aynı, o kötü ve mutsuzluk verici şey başına gelmeden önce senin de düşündüğün gibi. O şey başına geldiğinde birkaç gün hayatı ve her şeyi sadece karanlık taraflarıyla görüyorsun; ama birkaç gün geçtikten sonra hayatın hem sevinçten, güzellikten, mutluluktan; hem de üzüntüden, kötülükten ve mutsuzluktan oluştuğunu anlıyorsun.


    Tüm bu basit ve herkes tarafından bilenen şeyleri neden böyle yeni bir şey  keşfetmişçesine yazdığımı bilmiyorum. Aslında belki de gerçekten keşfettim. Önceden sadece hayatın sevinçten ve üzüntüden oluştuğunu düşünürdüm; ama artık hayatın sevinçten ve üzüntüden oluştuğunu yaşadım ve çok iyi biliyorum. İki zıt duyguyu aynı anda yaşamak çok garip bir duygu. Sanırım hayatta bazı zorluklarla baş edebilmek için hayatın bu sevinçten oluşan tarafını hep görmek gerekiyor.



    Hep izlemek istediğim; ama izlemek iki gün önce nasip olan Breakfast on Pluto (Plüton’da Kahvaltı) filminde bir yerlerde geçen o söz gibi “Hayatla baş edebilmenin tek yolu bu. Gülmek. ” 


    Cin:  Bu kadar yazmışsın, gerçekten de zor günler geçiriyor olmalısın; ama ben sana hayatı güzelleştiren  şu üç şeyi söyleyebilirim: Mama, kağıt top ve sinek.



    Not: Uykusuz’da bu haftaki köşesinde Ersin Karabulut’un dokuz sene boyunca tebrik ya da eleştiriden çok Metin’den, Ümit’ten, Ali’den, Veli’den “Abi manitamla aramı yapsana.”  maili gelmesinden, çizer olacağım diye pezevenk başı olmuşum galiba diye yakınmasından sonra “Sanki biz terk edilmedik.”   diyerek kendi terk edilişlerini anlatmaya başlar. Sevdiği kızdan ‘yemek yerken dişlerinin birbirine çarpması’ gibi saçma bir nedenle terk edildikten sonra  “Terk ediliyosun, biraz ağlıyosun, sonra gidip normal tost yiyosun, çay içiyosun falan işte..” diyerek sonuca bağlaması; sonra hemen arından da,  “Ama o tostu dişlerini birbirine çarptırmamaya çalışarak yiyosun artık tabii.. ” demesi çok manidar olmuş bu yönüyle. Okurken bu düşündüklerim aklıma geldi ve ağladım. Şu anda bu satırları yazarken de ağlıyorum. 


    Not1: Terk edilmedim.

1 Haziran 2011 Çarşamba

Güzel Ve Kötü Bir Başlangıç

Uzun zamandır kendime bir blog açmayı düşünüyordum; ama nedense blog açmaya çok üşeniyordum. Dersler, kısıtlı zaman ve evet, biraz da tembellik. İnkar edemem, bazı konularda çok tembel olabiliyorum. Tembelliğin de ayrı bir güzelliği, hoş bir çekiciliği var.

Evet, bu içime rahatlık veren hoş itirafı da yaptıktan sonra, kendimi ve Cin'i bu bloglar alemine akmış görmekten büyük mutluluk duyuyorum. Her şey dün gibi geliyor gözlerimin önüne. Hayatımın ilk msn'ini alışımı hatırlıyorum. Nasıl da heyecanlanmıştım. Ergendim ve kendimi çok farklı hissetmeye başlamıştım. Sonra (o zamanlar çok moda olan chat sitelerine birkaç kez girdiğim dönemleri atlıyorum, chat sitesi de ne ola ki?) merak edip kendime facebook hesabı açmamı  hatırlıyorum. Sırf hayranı olduğum biriyle iletişim kurabilmek için, kıt ingilizcemle de olsa, belki sohbeti ilerletiriz, falan fistan oluruz gibi saçma salak hayallerle, hep çok gereksiz bulduğum twitter hesabı açışımı da hatırlıyorum. İşte şimdi de ilk blogumu açmış bulunmaktayım. Yeni umutlar, yeni heyecanlar. Tamam, o kadar abartmayayım; ama gerçekten de bir bloga sahip olmak güzel bir duyguymuş. Artık benim de bir blogum var. Cin ve ben  bu sebeple çok seviniyoruz; çünkü  yaşadıklarımızı, düşüncelerimizi, hayat görüşlerimizi, dünyamızı anlatabileceğimiz bir fırsat var karşımızda. Düşüncenin, bir fikir sahibi olmanın ve bunu başkalarıyla paylaşmanın öneminin ve gücünün farkındayız.

Tüm bunları söyledikten sonra, en büyük dileğimden de sizlere bahsetmek istiyorum: Umarım sansür yemeyiz. Bin bir umutlarla açtığım bu blog, umarım yasak kelimeler yüzünden sansüre uğramaz.

Yazarken fark ettim de, 'yasak' demişim, bu da yasakmış. Dilim dolaştı, afedersiniz. Kötü bir başlangıç yaptık, söz valla bir daha olmayacak. Değil mi Cin?